Selahattin Demirtaş: Biz direndik ve onlar kaybettiler
Avukat Hülya Gülbahar, 1 Haziran'da Ortak Yaşam Ağı ve Yanyanayız-Biraradayız gruplarının hazırladığı dayanışma metnini Edirne cezaevine götürdü. Demirtaş ve Mızraklı ile görüştü, izlenimlerini yazdı.
451 yurttaştan Demirtaş'a mektup
Aralarında sanatçı, yazar ve siyasetçilerin de olduğu, "Ortak Yaşam Ağı" ve "Yanyanayız-Biraradayız" gruplarından 451 yurttaş, Edirne F Tipi Cezaevi'nde tutuklu bulunan eski HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş'a mektup yazdı. İmzacılardan oluşan 17 kişilik heyet tarafından Edirne'ye götürülen mektupta, "Size yalnız olmadığınızı, birbirimizi yalnız bırakmayacağımızı, aksine, hak, hukuk, adalet, huzur, barış, özgürlük talep eden insanlarımızın her geçen gün çoğaldığını, direncinizin, umudunuzun, halkların kardeşliğine inancınızın hepimize cesaret verdiğini, ülkemizin, geleceğimizin, barışın size ihtiyacı olduğunu söylemek için buradayız" denildi.
Ortak Yaşam Ağı ve Yanyanayız-Biraradayız oluşumları adına bir grup, imzalı bir dayanışma metnini ulaştırmak üzere 1 Haziran 2024 günü Edirne’ye gitti. Avukat Hülya Gülbahar, Kobane davası kararlarının ardından, Selahattin Demirtaş ve Selçuk Mızraklı ile görüşmelerini Bianet'e yazdı. Gülbahar'ın "Selahattin Demirtaş'ı cezaevinde ziyaret etmek..." yazısının bir bölümü şöyle:
"Cezaevi şehrin epey dışında olduğu için 17 kişilik heyetin bir bölümünü Edirne Açık Cezaevi’nin kafeteryasında bıraktık. Issız tarlalar ortasından geçerek Edirne F Tipi Kapalı Cezaevi’ne ulaştık.
Memurlar işlemler için kolaylık gösterdiler. Ama demir kapının açılıp içeri girebilmemiz için gerekli hassas göz fotoğraflama işlemi epeyce yordu. Yanımızda getirdiğimiz kitaplar teslim edildi. Gündemdeki 9. Yargı paketi ile ilgili görüşlerin yer aldığı bir adet dosya ve boş bir not defteri dışında içeri hiçbir şey sokmamıza izin verilmedi. Notlarımı bile el konulan kalemlerin yerine verilen cezaevi kalemi ile tutmak zorunda kaldım.
İçeriye daha önce Adalet Bakanlığı’ndan izin almış olan Ufuk Uras ve Zeynep Tanbay ile birlikte girdik. Ancak Selahattin Demirtaş ve Selçuk Mızraklı ile görüşmeleri ayrı ayrı yaptık.
Ben önce Demirtaş’ın koğuş arkadaşı Selçuk Mızraklı ile görüştüm.
MIZRAKLI: BEDEL ÇITASI, CESARET KATSAYISI YÜKSELTİLMEDEN DEĞİŞİM, DÖNÜŞÜM OLMAZ
Ekim 2019’dan beri tutuklu olan Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi Eşbaşkanı Selçuk Mızraklı, inanılmaz enerjik ve coşkulu idi. Görüşmede kısaca şunları söyledi:
‘Ayaklarınıza, yüreklerinize, fikirlerinize sağlık. Dışarıdaki tüm arkadaşlara selamlarımı yolluyorum. Bugünler dayanışmanın çok kıymetli olduğu zamanlar.
Dışarda çok olma hali, örgütlü olmayınca bir şey ifade etmiyor. Burada sihirli sözcük örgütlülük. 451 imzalı bu mektup bir kişilik bile olsa değerli, buraya içlerinden bir kişi gelmiş olsa bile değerli.
Çok kayıplarımız oldu. Bu ülke devrimcilerinin kıymetini bilemedi. Değerlerinin değerini bilmeyen toplum değerlenemez.
Ben Hacettepe Üniversitesi’nde okurken devrimci barutun ıslanması, devrimci barutun tükenmesi gibi deyimler vardı. Devrimci ruhu korumak önemli. Hayatta buna çok dikkat etmek gerekir. Bu ülkede gelenekleri çok güçlü bir devlet var… Türkiye Cumhuriyeti iki üniversite üzerinde kuruldu ve yükseltildi. Dil Tarih ve Coğrafya ve Mülkiye…
Soğanın cücüğünden kabuğuna kadar katman katman bir devlet. Oyunları bitmiyor. 15 Temmuz 2016 olayı 31 Mart vakası gibiydi. Saat, yer kuşku vericiydi. Boğaz köprüsünün yarısında trafik kapalı, yarısında açıktı. Daha haberlere baktığım anda, ‘Karşı darbe geliyor, acilen karşı darbeye hazırlanmak gerek’ dedim.
2019’da % 63 oyla seçildiğim halde benim yerime kayyım atandı. Tutuklandım. Hukuk dışı ve sudan bahanelerle. Oysaki, Anayasanın ilk üç maddesinde değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif edilemez hükümler var. İkinci madde, Cumhuriyetin nitelikleri arasında insan haklarına saygılı, demokratik bir hukuk devleti olmayı gerektiriyor. Benim görevden alınmam ve yerime kayyım atanması anayasanın 2. Maddesine açıkça aykırı. Bir sistem kendi hukukunun bile arkasından dolanıyorsa, kendi sonunu da hazırlıyor demektir.
1001 odalı saray inşa ediliyorsa o ülkeye demokrasi gelmiyordur.
31 Mart 2024 yerel seçimlerinde iki parti yükseldi CHP, YRP… Toplumda bir geri çekilme görüyorum. Bir hekim olarak bunu travma sonrası stres bozukluğu ve tükenmişlik sendromuna benzetiyorum. Toplumun yeniden siyasete dönmesini sağlamak gerekiyor. Devletin tor ağına düşmemek gerekiyor. Tor, balıkçılıkta balıkları toplamak için kullanılan büyük ağ. Bu iktidar istiab haddini de doldurdu, istibdat haddini de doldurdu. Zulmün son noktasına gelindi. Buna son vermek için geniş bir demokrasi cephesi, ortak örgütlülük anlayışı oluşturmak gerek. Bedel çıtası, cesaret katsayısı yükseltilmeden değişim, dönüşüm olmaz.’
DEMİRTAŞ: BİZ YENİLMEDİK. BİZ DİRENDİK VE ONLAR KAYBETTİLER
Selahattin Demirtaş ile ayaküstü selamlaşmalar dışında ilk uzun sohbetimi bu görüş nedeniyle yapma şansı buldum. Kaybettiğim zaman için üzüldüm, üzerimdeki ilk ziyaretim olmasının verdiği mahcubiyet de cabası… ‘Sizlerin dışarıda yaptığı işler, bizler için, hepimiz için çok değerli’ diyerek beni rahatlatmak da Demirtaş’a düştü.
Öyle coşkulu, öyle umutlu, öyle akıcı konuşuyordu ki, not almaya utandım. Not almak sanki o anın içtenliğini, büyüsünü bozacak gibi geldi. Belleğimde kalan birkaç not ile yetineceğiz ve ben, bir hata varsa bana yazılsın diyerek kendisinden özür dileyeceğim.
Demirtaş konuşmasına doğrudan doğruya Türkiye kadın hareketine takdirlerini, saygılarını dile getirerek başladı:
‘Kurulmaya çalışılan yeni rejime en güçlü direnişi kadınlar örgütledi, lafını her yerde söyledi. Hem kendi taleplerini hem sisteme karşı eleştirilerini dile getirdi. Şimdi toplumda bir öfke ama biraz da korku var ama kadınlar direnişlerini sürdürmeye devam ediyor.
Aslında bu biraz da işin ekonomi politiğinde var. İlk egemenlik altına alınan kadınlar ve kadınlar yüzyıllardır dayatılan bu esarete direniyor. Türkiye’de yeni rejimin kültürel inşasını asıl olarak kadınların bu mücadelesi sayesinde başaramadılar. Kadınlar, iktidarın İslamı da kullanan muhafazakar ideolojisinin egemen kültür haline dönüşmesini engellediler. Bu da ekonomi politiğin bir emri aslında.
Asıl olarak kadınların bu mücadelesi sayesinde kendi kafalarındaki İslami kültürü inşa edemediler. Kültür inşa etmek kolay bir şey değil. Aynı coğrafyada, aynı köyde, aynı malzemelerle, aynı yemeği yapıyor kadınlar, her biri ayrı bir lezzet oluyor. Bayramlarda, özel günlerde komşu kadınlar birbirlerine yemek gönderirler.
Tadarsınız ve hemen ‘Anne bu senin dolman değil’ dersiniz ve yanılmazsınız. Çünkü mutfak kültürü nesiller gerektiriyor. Nesilden nesile aktarılıyor. Bu aktarım sırasında hem toplumsal bir ortak kültür oluşuyor, hem kimi bireysel izler de sürüp gidiyor.
Türkiye’de Kemalizm kendine göre bir kültür yarattı. Okullarıyla, sanatıyla... Batının evrensel değerlerine yaslanmanın da bunda bir payı vardı. Ama bu iktidar kültürünü yaratamadı. Bitti. Yaratamayacak da. Erdoğan’ın bir tane şairi yok. Hakkında yazılmış, bir tane tarihe kalacak şiir yok. Sinema yönetmeni, romancısı, oyun yazarı yok. Olamaz.
Olamayacak. Onca devlet olanağına rağmen, çok istemelerine rağmen bunu başaramadılar. Çünkü sanat özgürlük işidir. Özgürlüğün değerini anlamayanlar, zihinsel tutsaklıklarını fark edemeyenler sanat yaratamazlar. Solun ürettiği sanattan özlü sözleri, sloganları bile çalmaya çalışan hırsız tayfa ne yazacak, ne üretecek? Oysa (heykel, resim gibi alanları bir yana bırakırsak) tarihlen gelen dev bir İslam sanatı birikimi var. Bunlar onun da cahili. Bilmiyorlar.
İşte kadınların direnişini bu noktada da başarılı buluyorum. Sadece bir şeyleri durdurmak, engellemek için mücadele etmiyorlar. Aynı zamanda yeniyi inşa ediyorlar.’
‘Yeniyi inşa’ Demirtaş’ın güncel olarak yoğunlaştığı en önemli konulardan biri belli ki. Hangi konu açılsa, dönüp dolaşıp yeniyi inşa konusuna geliyoruz.
‘An-hatıra-mazi-tarih’ süreci üzerinde duruyor. ‘Anda yaşıyoruz, yaşadıklarımız bir süre sonra hatıra, hatıralar daha sonra mazi ve tüm bunlar zamanla tarih oluyor’ diyor. Ekliyor: ‘Anı yaşarken, anı biçimlendirirken onun tarihe kalıp kalmayacağını, nasıl kalacağını kestirebilmek ve hatta etkileyebilmek mümkün ve önemli. Anda sınırlı kalmamak, tarihe kalacağı görmek kültür oluşumunda kritik önemde.’
Demirtaş, rejimin otoriter niteliğinin 2013’deki Gezi direnişi sırasında dışa vurduğunu; 2019’da resmi geçiş yapıldığını söylüyor:
‘Gezi ve Kobane davaları kendi yeni rejimlerinin inşası davaları idi. Ama ne bu davalarla, ne diğer politikaları ile kendi rejimlerini kurumsal olarak inşa edemediler. Biz kazandık. Kadınların mücadelesine bakın, ülkenin her yerinden bahardaki papatyalar gibi açıyorlar. Berfinler gibi, kardelenler gibi karı yarıp karaltından altından çıkıyorlar, daha da çıkacaklar. Tüm ülke çiçek tarlası olacak.
Kötü olan duygusal, kültürel yenilme. Biz yenilmedik. Biz direndik ve onlar kaybettiler.
Elbette bedeller ödeniyor, ödenecek. Beni güney illerinden birinden gelen, stajını yeni bitirmiş genç bir avukat arkadaşım ziyaret etti. Babası 12 Eylül askeri darbesinin mağdurlarından imiş.
Bedeller ödemiş. Ülkenin bugünkü haline bakıp neye yaradı diye sorguluyordu. Oysa bu genç meslektaşımın babası ve tüm diğerleri, o gün 12 Eylül’de o bedelleri ödememiş olsaydı, bizler bugün devralacak bir direniş mirası bulamayacaktık. İnsanlık tarihinin en sağlam zinciridir bu, kuşaklar boyunca aktarılan direniş zinciri... Beni ziyaret edenlere de söylüyorum. Dışarıda boyun eğenlerden olacağıma, iktidar kırıntılarına tamah edeceğime, içerde olmayı tercih ederim…’
‘… Bu iktidar bitti. Uzatmaları oynuyorlar. Kendileri de farkında. Bu tür dönemler, sıçrama yapma dönemleridir. Muhalefetin bu sıçramayı hazırlaması, örgütlemesi gerekiyor. Arsayı, tarlayı boş bırakmamak gerek. Tohumları her yere saçmalı, her yeri ekmeliyiz. Kadınlar direniyor; Boğaziçi öğrencileri, hocaları direniyor; Şenyaşar ailesi direniyor, Berkin’in ailesi direniyor, cumartesi anneleri direniyor, doğaya sahip çıkan köylü kadınlar direniyor… Direniş her yerde. Tarlaları ekinle, çiçeklerle doldurmalıyız.’
Demirtaş ile sohbette, henüz daha 33 yaşında iken Fatma Kurtalan ile birlikte seçildiği grup başkanvekilliği dönemini, sonrasında Gültan Kışanak ile eşbaşkanlık dönemini andık. İkisinin de kulaklarını çınlattık.
Siyasi parti başkanlığı ile önderlik, halk önderlerinden biri olmak arasındaki farklara değindik. Aktif siyasete dönmeyi pek düşünmüyor gibi görünüyor. Ama geleceğin inşasında çeşitli alanlarda düşünsel emeğini ve etkisini artırarak sürdüreceği belli.
Görüşmede ayrıca, geçtiğimiz günlerde Gültan’ın da katıldığı Güldünya Yayınları’ndan çıkan Mahpusta Kadın Olmak Çalıştayı kitabının tanıtım etkinliğine değindik. Gültan’ın çıkarken geride bıraktığı Figen Yüksekdağ ve tüm diğer kadın siyasi tutsaklar için yaşadığı ağır hüzün üzerine konuştuk.
DEM Parti Kadın Meclisi’nin 4 Haziran’da İstanbul’da düzenleyeceği ‘Kobanî’den Geziye Kadınlar Adalet ve Özgürlük İçin Buluşuyor’ etkinliğine kızı Delal’in de katılacağını öğrendik.
AYRILMAK ZOR OLUYOR
Demirtaş’ın bu sıra sistematik olarak kafa yorduğu yeniden inşa süreçleri ile ilgili çok önemli projeleri var. Bu konuda da kadınlara ayrıca güveniyor. Kurulacak bakanlıkların adından, işlevine, burada çalışacakların sayısı ve yetkilerine kadar ayrıntılı olarak düşünmüş, düşünüyor. Bunların bazılarını kendisini ziyaret eden siyasetçilere de yazılı ve sözlü olarak aktarmış. Herkesi bu konuda kafa yormaya ve somut politikaları şimdiden geliştirmeye davet ediyor.
Kısacık sohbete bu kadar çok şey sığdırmak, hayata dair birikimin yoğunluğunun; yüksek, çok yüksek bir sorumluluk duygusunun kanıtı bence.
Ayrılmak zor oluyor. Kısa bir görüşmeden sonra o insanı cezaevinde bırakıp dışarıdaki hayata karışmak insana suçluluk hissettiriyor. Kendinin tahliye olup arkadaşlarının içeride kaldığı halleri düşünmek bile çok acı.
Bir insanın sadece siyasi görüşleri nedeniyle, yıllarca küçücük bir görüşme odasından çıkıp, küçücük bir başka odacığa girmek zorunda kalması, isyan ettirecek bir haksızlık.
Tam yedi yıldır, adına koğuş denen, ama aslında iki kişilik bir odacıkta yaşıyorlar. Görüşmeciler ve oda arkadaşı dışında diğer mahkumlar dahil hiç kimse ile bir teması olmadan, iki küçücük odaya hapsedilmeye çalışılan izole bir hayat. Görüşmeciler dediğin sınırlı sayıda aile bireyi, kimi siyasetçiler, avukatlar, hepsi bu.
Neyse ki özgür ruhları, özgür beyinleri hapsetmeyi başaracak hapishaneler henüz inşa edilemedi. Kısacık bir anda, geçmişten geleceğe yüzyılları, binyılları turlayıp gelmek; buzulları eritecek insan sıcaklığını yakalayabilmek; insana son nefesine kadar yetecek bir inadı, umudu ve dayanışmayı üretebilmek mümkün. Ama bu cezaevlerini inşa edenler, toplumsal ya da politik mağdurlarla dolduranlar henüz bunu bilmiyorlar.
Ayrıldıktan sonra açık cezaevi kafeteryasındaki arkadaşlarla buluşuyoruz. Burada çalışan gençlerin hepsi aslında mahkumlar. Hepsi af bekliyor. 9. Yargı paketinin meclise henüz sevk edilmediğini, ama meclisin çalışmalarının Ağustos ayına kadar uzatıldığını anlatıyorum. Birden 10’dan fazla genç erkek toplaşıyor.
Hepsi kaygılı gözlerle dinliyor, duyduklarını sorguluyor, tekrar tekrar anlattırıyor. Aralarında 2. mükerrirler (suçu tekraren işleyen kişiler), 3. mükerrirler var. Muktedirler bu adli suçlulara yeni bir af çıkarabilir. Çıkacak gibi görünüyor. Cezaevlerindeki tüm siyasi tutukluların, orada hepimiz adına tutulanların çıkabilmesi ise tamamen bizim mücadelemize bağlı.
Keşke Türkiye’de de ABD’de Angela Davis gibi aktivistlerin başını çektiği ilga hareketi oluşturabilsek. Cinsel şiddet dahil, tüm toplumsal ve politik suçlar için polisiye tedbirler ve her şeyi kriminalize etmeye dayalı hapsetme politikalarını sorgulamaya başlayabilsek.
Örneğin cezalar artırılsın, indirimler kaldırılsın, yeni cezaevleri açma politikaları yerine ‘hapsetme feminizmi’nin zararlarını açıkça tartışabilsek. Aslında tüm suçların topluma sorulmuş sorular olduğunu, toplumsal sorunlardan kaynaklandığını ve bu toplumsal sorunları çözmeden insanları hapsetmenin kendisinin bir toplumsal şiddet biçimi olduğunu biraz sorgulayabilsek."