BAE’nin İsrail’le yaptığı anlaşma geçtiğimiz hafta boyunca en çok tartışılan konulardan biriydi. Anlaşma ile birlikte Mısır ve Ürdün’den sonra BAE İsrail ile resmen diplomatik ilişki kuran 3. ülke oldu. Tabii 3. ülke olarak bu ilişki ağına girmiş olmanın zamanlaması olayın anlamı açısından ayrı bir önem kazanıyor.
İsrail’in Batı Şeria’daki ilhak planlarını bütün İslam dünyasını, hatta Batı dünyasından da önemli kesimleri kızdırdığı, Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak kabul ettirilmeye çalışıldığı yüzyılın anlaşması provokasyonunun bütün pervasızlığıyla devam ettiği bir dönemde geliyor bu anlaşma. İyice azmış bu saldırgan politikalarıyla İsrail, bütün dünyadan sert tepki görmesi gerekirken bir Arap ülkesi tarafından adeta ödüllendiriliyor olması, bundan sonra uygulayacağı bütün saldırgan politikaların teşvik edilmesi anlamına geliyor.
Anlaşmanın duyurusunda İsrail’in bir süredir uygulamakta olduğu Batı Şeria’daki bazı bölgelerin ilhak uygulamasının askıya alındığı zikredilse de bunun mahiyeti beklendiği gibi hemen ortaya çıktı. BAE’nin İsrail’e her şeyi verip hiçbir şey almamış gibi görünmesinin yaratabileceği ilk infiale karşılık böyle bir ifadenin bir kereliğine telaffuz hakkı kotarılmış gibi. O da zaten kısa süre sonra hemen yalanlandı. İsrail kendisine bu kadar gönüllü olarak hizmet etmeye hazır olan BAE’ye böyle bir jestte bile bulunmamış. Onun için yerlerde sürünen şerefin, haysiyetin zevahirini bile kurtarmaya gerek görmemiş.
Anlaşma beklendiği gibi Filistin’e, hatta bütün İslam dünyasına tam bir ihanet anlaşması olarak görüldü. Ancak bu anlaşmanın gizli olanı aşikar etme, zaten var olan bir ilişkiyi resmileştirmeden başka bir anlamının da olmadığını söylemek lazım. BAE uzun süredir İsrail’in İslam dünyasındaki Truva atı gibi hareket ediyor zaten.
Bölgede uyguladığı bütün politikalar İsrail’e doğrudan veya dolaylı olarak hizmet ediyor. İşin aslı BAE’nin şu anda bölgede uygulamakta olduğu politikaların kendi kar hanesinin neresine yazılacağı hususunda hiçbir veri yok elde. BAE İslam dünyasının her tarafına fitne tohumları ekmekten başka bir iş yapmıyor. Bölgede halkların iradesini boğarak, ülkelerin istikrarını bozmak, yakılan fitne ateşleriyle İslam dünyasının sürekli bir kaos ve istikrarsızlık içinde debelenmesini sağlamak BAE’nin politikalarının özeti.
Bütün bunların arasında nasıl bir mantık, nasıl bir amaç olabilir ve BAE’ye bütün bunlar ne açıdan hizmet ediyor olabilir? Bu sorunun cevabını verebilecek bir uluslararası ilişkiler teorisinin veya açıklamasının olabileceğini sanmıyorum. Aslında bütün bu sorular tam da BAE’nin, Veliaht Prens Muhammed bin Zayed’in (MBZ) elinde nasıl bir devlete dönüşmüş olduğunu gördüğümüzde cevabını bulabilecek sorular.
MBZ’nin Yemen’den Mısır’a, Sudan’dan Katar’a, Libya’dan Tunus’a, Irak’tan Filistin ve Suriye’ye, Fas’tan Türkiye’ye kadar bütün bir Ortadoğu’da yaptığı işler, kendisi açısından, kendi suç dosyasını kabartmaktan başka bir işe yaramıyor. Oysa bütün bu işler bir noktada İsrail’in Ortadoğu’daki çıkarları açısından düşünüldüğünde tablonun bütün eksik parçaları tamamlanmış, tablo netleşmiş oluyor. MBZ’nin varlığı İsrail’in varlığına armağan olmuş durumda.
Arap Baharı sürecinden en büyük tehdit algısını İsrail almıştır. Gerçekten de Arap Baharı bütün İslam dünyasında yolunda gitmiş olsa, her biri kendi halkını teslim eden Mısır, Libya, Yemen, Suriye gibi ülkelerle İsrail’in işi hiç de kolay olmazdı. Ne bugünkü ilhak planlarını uygulamaya cesaret edebilir ne de Kudüs’ü kendine başkent olarak ilan edecek bir ortam bulabilirdi. Üstelik Arap Baharı süreci Arap ülkelerinin demokratikleşmesini beraberinde getirmiş olacağı için ciddi bir yönetim kalitesi ve kalkınmanın da ardından gelmesi kaçınılmaz olacaktı. Etrafta güçlü, yönetilebilir, halklarıyla barışık, hesap verebilir yönetimlerin dolması İsrail’in en son isteyeceği şeydir. Camp David düzeninin demokratik yönetimlerle sürdürülmesi imkanı yoktur. Bu kadar açık ve net.
O yüzden gidişat ciddi bir tehlikeydi ve durdurulması gerekiyordu. Ancak onu durdurma işini İsrail’in kendi imkanlarıyla, araçlarıyla yapması imkanı yoktu. İşte bu işi MBZ İsrail adına ve İsrail için gönüllü olarak yaptı.
MBZ’nin demokrasi korkusunun başka bir izahı yoktur. İslam dünyasında İhvan veya siyasal İslam diyerek şeytanlaştırmaya çalıştığı şey bal gibi demokrasiden başkası değil. Kendi siyaset tarzı ve zihniyeti en fundamentalist, en radikal, en bağnaz dinci anlayışlardan çok daha fazla tehlikeli, çok daha hoşgörüsüz, çok daha faşist ve despot. Yemen’de irtikap ettiği savaş suçları, Somali’de, Suriye’de, Libya’da darbesine hizmet etmek için desteklediği terör örgütleri onun herhangi bir yapı hakkında “terör” değerlendirmesini ağzına almasını fazlasıyla men eder.
İslam dünyasında her türlü terörist hareketin arkasında MBZ var ve bütün bunları İsrail’in Siyonist politikalarına yaptığı hizmetlerle aklamaya çalışıyor. Ama nereye kadar aklayacak? Eninde sonunda ondan İslam dünyasında yol açtığı bütün bu şiddetin, terörün, darbelerin ve fitnelerin hesabı sorulur.
MBZ’nin İsrail ile yaptığı anlaşma sadece zaten var olan ilişkinin açığa çıkmasından başka bir şey değil.
Bir açıdan iyi ki de aşikar etti. Şimdiye kadar tam aksini yapıp söyledikleriyle sergilediği ikiyüzlülüğe maruz kalmayacak dünya. Nasıl olsa bu anlaşma İsrail’in işgalci varlığını meşrulaştırmayacak, onun İslam dünyasında bir nebze bile olsa daha fazla kabul edilmesini sağlamayacak.
Ve nasıl olsa İsrail ile bu gönülden dostluğu MBZ’ye hiçbir fayda vermeyeceği gibi helakinin de sebebi olacaktır.