17 Aralık tarihi hem 10 yıl önce bütün İslam dünyasında dalga dalga yayılan büyük bir sosyolojik gelişmenin ilk kıvılcımının ortaya çıktığı tarih hem de Türkiye’de darbelerin en ilginç, en sinsi, en kendini aşan şeklinin ortaya çıktığı gün. Birbirinden bağımsız gibi görünen bu iki gelişme aslında birbiriyle oldukça irtibatlı.
Aralarındaki tek bağ elbette Türkiye’deki darbe teşebbüsünün Tunus’taki devrimden üç yıl sonra aynı gün olmuş olması veya birinin bütün Ortadoğu ile ilgili diğerinin sadece Türkiye’de olmuş olması değil. İşin doğrusu ne Tunus’ta başlayan hadise Türkiye’den bağımsızdı ne de 17 Aralık 2013’te Türkiye’de girişilen yargı yoluyla darbe Ortadoğu’da yaşanan Arap Baharıyla alakasızdı.
Tunus’ta 17 Aralık günü itibariyle bir seyyar satıcının zabıtadan gördüğü kötü muameleye tepki olarak kendini yakmasıyla birlikte başlayan Arap Devrimleri dalgasının üzerinden tam 10 yıl geçti. Ortadoğu halklarının sömürge yönetimleri zamanından beri yaşadıkları en geniş kapsamlı özgürlük ve demokrasi taleplerinin adı haline gelen Arap Baharı bu on yıl içinde her bir ülkede farklı tecrübeler, farklı mecralardan geçti ancak hepsinde ortak olan bir şey var: Arap halklarının demokrasi, özgürlük ve onurlu yaşam taleplerine karşılık onları baskılamaya çalışan despotik yönetimler arasındaki gerilim. Bu gerilim toplumları her yerde her an patlama noktasında tutmaya devam ediyor.
10 yıl önce bu taleplerle harekete geçen Arap halkları yüz yıldır yaşamakta oldukları istibdadın kendilerini ne kadar geri bıraktığını, başka türlü de bir devlet-halk ilişkisinin de mümkün olabildiğini bir çok vesileyle görüyorlardı. Elbette küreselleşme denilen süreç onları da etkiliyordu. Dünyadaki bir çok gelişmenin kendi ülkelerinde neden eksik olduğunu, insan hakları, ifade özgürlüğü, onurlu yaşam ve refahın yokluğunun sebebinin seçilmeden bir kader gibi kendilerine dayatılmış yöneticileri olduğunu fark ediyorlardı.
Arap toplumunda eğitim seviyesi ve kentleşme ciddi bir seviyeye ulaşmış durumda. Ancak artan eğitim seviyesine rağmen mukabil kalitede yönetimin geliştiği yok. Eğitimli kitlelerin uygun istihdam şartları da oluşturulabilmiş değil. Mevcut yönetimlerle oluşturulabilmesi mümkün değil, çünkü ekonomi genellikle her biri 20-30 yıldır ülkeyi seçilmeden, keyfilikle yöneten ve kaynakları dar çevreler arasında paylaşanlarca yönetiliyor. Yolsuzluk yönetimin temel karakteri ve ülkede artan eğitim seviyesine rağmen fakirlik de aynı oranda artmaktadır. Oysa eğitim seviyesi artan ve kentleşen halklar daha eleştirel ve daha talepkâr oluyor, siyasal katılım kanallarını daha fazla zorlamaya başlıyor.
Bir yandan da kendi ülkelerinin dış dünyaya küresel kanallar dolayısıyla daha fazla açılmış olması insanlara kendi ülkelerinin durumunu başka ülkelerle karşılaştırma imkanı veriyor. Her karşılaştırma, halkların kendi yöneticilerine karşı sorgulayıcı tutumunu daha da artırıyor elbet.
Bu arada bu halkların göz önünde açık ve çarpıcı başarı hikayesiyle Türkiye vardı. Yüzyıldır ezberletilmeye çalışılan milli tarihlerinde kendilerini yüzyıllarca sömürmüş bir ülke olarak nitelenen Türkiye.
Son yüzyıl içinde ise İslam’a ve Arap halklarına yüzünü dönüp Avrupa yolunda laik bir yol tutturmuş olan Türkiye.
ABD’nin ve onun Ortadoğu’daki politikalarının payandası, İsrail’i de ilk defa tanımış olan Türkiye.
Bu haliyle aslında gittikçe eleştirmeye alıştıkları kendi yöneticilerinden farklı yöneticileri olmayan, bu yüzden fakr-u zaruret içinde yaşamaya mahkum Türkiye.
Arap baharının beş yıllık öncesine kadar Arap halklarındaki Türkiye algısı budur.
Ne var ki tam da beş yıl öncesinden itibaren Türkiye’de bir şeyler oluyordu. Türkiye müthiş bir ekonomik kalkınma devrimi yaşıyordu. Bu devrimce ciddi bir demokratik devrim de eşlik ediyordu. Yetmiyor, Türkiye yüzünü tekrar İslam’a ve Arap halklarına dönüyor, İslam’la barışıyor, üstelik bunu Avrupa ile entegre olmaktan vazgeçmeden yapabiliyordu. Dahası, Türkiye’nin seçilmiş lideri yeri geliyor ABD’ye hayır diyebiliyor, İsrail’e kafa tutabiliyor ve Avrupa ile müzakerelerinde teslimiyetçi bir tutum içinde değil, ülkesinin, halkının çıkarını sonuna kadar gözeten bir tutum sergiliyor. Türkiye’den Arap dünyasına yansıyan bu yeni manzaranın bir yerinde de Davos’ta Şimon Perez’e “one minute” diyen bir Erdoğan ile Arapçaya “özgürlük gemisi” olarak çevrilen Mavi Marmara resimleri de var.
Bu manzara Arap halklarının kendi yöneticilerine karşı eleştirel tutumlarını geliştirirken karşılaştırmaya referans almaya başladıkları bir manzaraydı artık. Kendi halklarına karşı alabildiğine despot, kibirli ve saygısız ama ABD’ye, İsrail’e ve Avrupalılara karşı alabildiğine zelil yöneticilerinin bir kader olmadığını Erdoğan’ın şahsında Türkiye’de gördüler.
Türkiye’deki yeni modelde kendi halkına karşı alabildiğine mütevazi, şefkatli, hesap verici ama ABD, İsrail ve Avrupalılara karşı onurlu, dik ve bağımsız bir duruş sergileyen bir yönetimin imkanını gördüler.
Asırlık sömürge düzeni böylece çatırdamaya başlamıştı. Laik(çi)lik, siyonizm, sömürgeler, istibdat elden gidiyordu. Bir şeyler yapmak gerekiyordu.
Üstelik devrimlerin yaşandığı yerde bir şeyler, bu devrimlere model oluşturan Türkiye’de başka şeyler yapmak gerekiyordu. Arap Baharı, karşı devrimlerle kışa çevrilmeli, bunları baştan çıkaran Türkiye’de ise darbe yapılmalıydı.
17 Aralık’a karşı 3 yıl sonra bir başka 17 Aralık.